3 Şubat 2010 Çarşamba

Uluslararası İlişkilerde Yöntem Sorunu: Gelenekselcilik-Davranışsalcılık Tartışması:



                İlk olarak Davranışsalcı devrimi açalım. Davranışsalcı yaklaşım ilk olarak psikoloji alanında tasarlanmıştır. B. F. Skinner tarafından geliştirilen bu yaklaşma göre, varolan psikoloji disiplini bilinç ve zihnin durumlarını inceleyerek bilimsel yargılar geliştiremezdi.

                Davranışsalcı araştırmacıların başlıca varsayımı şudur: Uluslararası İlişkiler akademik topluluğunun paylaştığı inançlar, değerler ve araştırma teknikleri doğa bilimlerindeki kalıplara benzer şekilde gelişebilir. Bu konuda en önemli çalışmayı Thomas Kuhn yapmıştır. Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı çalışmasıyla bu konuya giriş yapmıştır.

               Davranışsalcı Uluslararası İlişkiler yaklaşımının, sistem kuramının geliştirilmesinde çok önemli etkileri olmuştur. M. Kaplan, sistemi “devletler, bloklar ve uluslar arası örgütler arasındaki ilişkilerin ve tekrarlanabilir davranışların bir sonucu” olarak tanımlamaktadır. M. Kaplan’a göre başlıca uluslararası sistem türleri; güçler dengesi sistemi, gevşek iki kutuplu sistem, sıkı iki kutuplu sistem, evrensel sistem, yönlendirici olan ve olmayan formlarıyla hiyerarşik sistem ve birim veto sistemi olarak sınıflandırılabilir.

             Davranışsalcı okul uluslararası sistemdeki gelişmeleri devletlerin davranışlarına indirgeyerek açıklamaya çalıştığından, devletler arasındaki ilişkilerin içinde geçtiği tarihsel ve toplumsal bağlamı ve devletler arasındaki sorunların özgün doğalarını büyük ölçüde göz ardı etmiştir. Okul, temel varsayımlarını ispat etmek konusunda sıkıntılar yaşamaktadır. Bu da gelenekselcilik karşısındaki ilk çıkışına nazaran zayıflamasına neden olmuştur.

              Davranışsalcı okulun uluslararası ilişkileri doğa bilimlerinde geçerli yöntemlerle araştırmaya çalışması gelenekselci araştırmacılar tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Özellikle Morgenthau ve Hedley Bull bu konuda önemli çalışmalar yapmıştır.

             Gelenekselci yaraştırmacılara göre, Uluslararası İlişkiler bilimi genellemelerden çok özgünlüklerden ve biricik durumların ortaya çıkarılmasını amaçlamalıdır. Gelenekselci düşünürler, yorumsamacı yöntemlerin Uluslar arası İlişkilerin yeni bir toplumsal disiplin olarak geliştirilmesinde vazgeçilmez bir yeri olduğuna inanır. Gelenekselcilere göre disiplinin amacı, devlet faaliyetlerinin biricik anlamını ortaya çıkarmak olmalıdır.

            Davranışsalcı ekolün Uluslararası İlişkiler disiplinin bilgi birikiminin gelişmesinin önünde en büyük engel olarak gördüğü normatif yaklaşım, gelenekselci araştırmacılar tarafından uluslararası ilişkileri anlamaya aday tüm kurumların içermesi gereken bir yaklaşım olarak görülmüştür.

            Davranışsalcı okulun normatif değerlendirmeleri dışlayan ve görgül yöntemlere ağırlık veren genel bir Uluslararası İlişkiler kuramı geliştirme çabasının, global toplumda geçerli olan kurallara, değerlere, geleneklere, anlamalara ve yorumlama biçimlerine ilişkin entelektüel çalışmaların gelişmesini bir anlamda engellediğini savunmak yanlış olmayacaktır.

           Gelenekselcilik-Davranışsalcılık tartışmasında, Uluslararası İlişkilerde bilimsellik ölçütünün ne olması gerektiği üzerinde düşünceler üretilirken, bir amacın da disiplini ideolojik olan önermelerden arındırmak olduğunu söylemek gerekmektedir. Bu bağlamda ilişkilerde yanlış anlamalar olarak görülen ideoloji, ilgili tarafların bilimsel gerçekleri daha çok öğrenmeleri ile tamamen olmasa da, kısmen azaltılabileceği anlamına gelmektedir.

Muhammed Esad Şahin
    (29.12.2008)

Kaynak:MEHMET KAPLAN ve OKTAY F. TANRISEVER

18 Ocak 2010 Pazartesi

Uluslararası İlişkiler Disiplininin Oluşumu: İdealizm-Realizm Tartışması:


Atilla Eralp, İdealizm-Realizm tartışmasının, Uluslararası İlişkiler disiplinin ortaya çıkmasında başlangıc noktası olarak değerlendirilmesi gerektiğine inanmaktadır.

İdealizm-Realizm tartışması, gerek Uluslararası İlişkilerin çalışma alanının belirlenmesi, gerekse yöntem sorununun tartışılmasındaki öncülük etmesi nedeniyle çok önemlidir. Uluslararası İlişkiler disiplininde sonraki tartışmalardan- özellikle metodoloji sorununun ağırlıklı olduğu ‘gelenekselcilik-davranışsalcılık’ tartışmasından farklı olarak İdealizm-Realizm tartışmasında içerik ve yöntem sorunları bir arada ve iç içe tartışılmıştır. Kısacası, Uluslararası İlişkilerin doğuşu, İdealizm-Realizm tartışmasıyla eş zamanlıdır.

İdealizm-Realizm tartışmasında dikkat edilmesi gereken konulardan biri, tartışmanın iki kutup halinde yürütülmesine rağmen kendisini idealizm tarafından gösteren birilerinin olmamasıdır. Genellikle İdealizmi Realist yazarlar ortaya atmıştır. Kendilerine karşıt görüşleri ‘idealizm’, ‘moralizm’ ve ‘ütopyacı olarak nitelemişlerdir.

Atilla Eralp, İdealizm_realizm tartışmasını açmadan önce, İdealizmin sonradan ortaya çıkan Eleştirel Yaklaşımlara öncülük ettiğini iddia etmektedir.

İdealizmin ortaya çıkışını incelediğimizde,1. Dünya Savaşı sonrası dönem İdealizmin doğuşu olmuştur. 1. dünya Savaşını o zamana dek yaşanan en büyük savaş olmuştur. Savaşların önlenmesi ve barışın tesisi için yeni yaklaşımlar gereğini göstermesi bakımından çok önemli bir dönüm noktasıdır. Aslında bakıldığında bu tür görüşlerinde esas olarak Aydınlanma çağından gelen ‘ilerlemeci’ fikirler olduğunu görürüz.

1. Dünya Savaşının sonrasında ABD Başkanı Woodrow Wilson’un görüşleri çok etkili olmuştur. Başkan, Uluslararası sistemin akılcı yöntemlerle düzenlenmesini ve Uluslararası kurumsallaşmayı önermekteydi.

Başkan Wilson’da sembolleşen ve uluslar arası hayatta, kurumsallaşma, ilerleme ve barışçı bir dünya düzeninin kurulmasını amaçlayan görüşler, dönemin Uluslararası İlişkiler düşünürlerine yön vermiştir. Bu dönemin düşünürlerinin çoğunu ABD’li ve İngiliz yazarlar oluşturmaktadır.

Uluslararası İlişkiler disipliniyle ilgili ilk kitaplar genellikle İdealizmin izlerini taşımaktadır.

Özet olarak dönemin düşünürleri, genellikle oldukça esnek bir havada ve daha çok normatif-misyoncu denilebilecek bir tarzda, konularına eğilmiş ve temelde savaşın önlenmesi ve barışın geliştirilmesi misyonu ile uluslararası ilişkilere yaklaşmışlardır.

Realizmin doğuşunu ise 1930daki uluslararası sistemin büyük sorunlarında aramak mümkün. Bir yandan 1929’dan sonra Amerika Birleşik Devletleri’nden bütün dünyaya yayılan Büyük Bunalım uluslararası ekonomik sistemin çözülmesine neden olurken, diğer yananda Almanya ve Japonya gibi 1. Dünya Savaşını kaybeden devletlerin artan milliyetçilik duygularıyla uluslararası statükoyu değiştirme çabaları uluslararası ilişkilerde gerilimi arttırdı. Bu ortamda 1. dünya Savaşını ardından oluşturulmaya çalışılan yeni düzen sarsılmaya başladı. Barış temasını temel alan ve barışçıl bir dünya düzeninin oluşturulmasını hedefleyen ‘idealizm’, 1930’ların bu uluslararası ortamında sorgulanmaya başlandı. İdealistlerin en önemli oluşumu Milletler Cemiyetinin sorunlara bir çözüm getirememesi, idealizmi iyice sorgulanır bir pozisyona itti.

2. Dünya Savaşı’ndan önce başlayan İdealizmi sorgulama çabaları, savaştan sonra daha da ivme kazandı. Birinci Dünya Savaşından kısa bir süre sonra tekrar büyük bir felaketin yaşanması ve idealist çözümlerin, özellikle Milletler Cemiyetinin başarılı olamaması savaştan sonra güç ilişkilerini ön plana çıkarırken, Realizmin gelişmesine uygun bir ortam hazırladı.

Savaştan sonra yenidünya düzen oluşturma çabalarına baktığımızda Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki hataların tekrarlanmaması ve yeni düzenin, olması gereken değil varolan güç ilişkileri etrafında şekillendirilmesi görüşlerinin ağırlıklı olduğunu görürüz. Birleşmiş Milletlerin kurulması, 1. dünya savaşı sonrasında gelişen idealizm çabaları gibi görülse de aslında, güç ilişkileri temelinde yeni bir düzenin oluşturulmaya çalışıldığını görürüz.

Realistleri anlamak için Machiavelli’nin görüşlerinin yanında, özellikle Hobbes’in etkilerinin görüldüğü Morgenthau’ya bakmak gerekir. Morgenthau özellikle güç ve çıkar konularında önemli çalışmalar yapmıştır.

İdealistler ve Realistler arasındaki önemli farkların aslında temelinde İdealistlerin insanı özünde iyi ve barışsever olarak görmesine rağmen, Realistlerin bencil ve çıkarcı olarak görmesi yatmaktadır.

Morgenthau ve Realistler, İdealistlerin uluslararası kurumsallaşma ve uluslararası toplum yaratmaya yönelik fikirlerini normatif ve ütopyacı şeklinde değerlendirirler ve onlardan farklı olarak olması gereken değil, varolana bakılması gerektiğine inanırlar.

Güç ve güç dengesi kavramları aracılığıyla uluslararası düzen çalışmalarında başarılı gözüken Realizmin, değişim/dönüşüm incelemelerinde aynı başarıyı tekrar ettiğini söylemek güçtür. Uluslararası sistemde 1989’dan sonra meydana gelen değişimleri/dönüşümleri öngörme ve incelemede Realizm, son derece yetersiz kalmıştır. Uluslararası sistem hızla değişir ve karmaşıklaşırken, Realizmin sınırlı kalması, Uluslararası İlişkiler disiplinini bu temel paradigmasına eleştirileri arttırmıştır. Soğuk Savaşın sona ermesiyle Realizmin biteceğini ileri süren görüşlere artık sıkça rastlanmaktadır.

Realizm, savaşlara büyük önem vermektedir. Bu yüzden savaş olmadan gerçekleşebilecek değişimlere/dönüşümlere kapalı kalmışlardır.

                                                                
Muhammed Esad Şahin
    (28.12.2008)

Kaynak:ATİLLA ERALP

30 Aralık 2009 Çarşamba

Modernite Versus Postmodernite

Modernite Versus Postmodernite


Postmodernizm kavramının doğduğu ilk günden bu yana ne tam anlamıyla tanımı yapılabilmiş,ne tam anlamıyla fraksiyonları belirtilebilmiş,ne de tam anlamıyla amacı açıklanabilmiştir.Bunun sebebini doğuşuyla yarattığı karmaşada,çelişkilerde aramak mümkün elbette.Peki böylesine muallaklarla dolu bir kavram neden hadi canım,sende deyip bir kenara bırakılamıyor veya ilgilenilemez bir konuma getirilemiyor?Sebebi açık aslında,insanlar tam olarak ne anlamda hayatlarını değiştirdiğinde mutabakata varamasa da,düşüncelerinde,toplum yapılarında,mimaride,sanatta,edebiyatta ve daha birçok alanda değişiklikler yaptığını farkında.
Postmoderniteyi anlamaya çalışırken moderniteyi neresine koyacağımız,onunla ne şekilde ilişkilendirebileceğimiz diğerleri gibi tam anlamıyla belli değildir.Öyleyse,postmodernizmin doğuşunu,modernite konusundaki eleştirilerini,posmodernizm konusunda büyük çalışmalar yapmış filozofların yorumları çerccevesinde değerlendirelim,derliyelim.
Elbette postmodernizmi anlamak için ilk olarak moderniteyi açıklayacağız...

Modernite Nedir?
Modernite en başta dine ait olmayandır.Modern olmak,yeni bir dünyada yaşamak ve ona göre yöntemler belirlemektir.Bu düne ait olmama anlayışı şüphesiz apansız girmedi insanların fikrine,hayatına.Bu açıdan ilk ve en önemli aşama olarak Bilimsel Devrim çıkıyor karşımıza.Newtonla başlayan Bilimsel Devrim,Tanrıyla doğa arasındaki ilk ayrımın baslangıcını olusturmaktadır.İnsanlar artık Tanrının anlattıklarıyla değil,kendi buldukları yasalarla yaşamaya başlamıstı.Bilimsel Devrimin de kendi içinde gerçekleşen gelişmeler,tartışmalar yeni bir dünyanın başlamasına sebep olmustu.Daha sonra Siyasal Devrim ortaya çıktı.Siyasal Devrim Amerika ve İngiltere’de ilk olarak kendini göstererek,demokratik bir dünya anlayışını ortaya çıkardı.Bunun sonucunda Modern Demokrasi kavramı ortaya çıktı.Modern Devlet artık sadece Modern Demokrasiyle yönetilen devlet olmuştu.Bilimsel ve Siyasal Devrimi,Kültürel ve Endüstriyel Devrim takip etti.Artık Modernite tam anlamıyla insanlığın parçası olmuştu.
Peki Postmodernizm kavramını bu Endüstriyel ve Kültürel Devrimle ilişkilendirmek erken bi girişim mi olur?Bu konuda özellikle Kültürel Devrim sözcüğünü biraz açmak gerekiyor.Kültürel Devrim,devrim sözcüğünün içinde barındırdığı anlam gibi planlı bir girişim ve gelişmelerin neticesinde gerçeklesmemiştir.Aksine çok uzun bir zaman dilimini kapsamaktadır.Kültürel Devrim gerçeklestiği süreç içerisinde,içinde barındırdığı karmaşıklıklar ve ortaya çıkardığı siyasal problemlerle Postmodernizm için bir başlangıç olarak kabul edilmektedir.
Özetle Modernite içinde barındırdığı devrimlerle bir bunalım dönemine de girmekteydi.Moderniteye yöneltilen eleştiriler artmış ve Modernitenin artık yaşlandığı sık duyulur olmuştu.Fakat geçek olan bir şey vardı,Modernite elbette devam eden bir tarihtir şu anda ama yeni bir dünya görüşünü de içinde barındırmaktadır.
Postmodernin Haritasını Yapmak
Postmodernizm ilk olarak mimari alanda,daha sonra da edebiyat alanında,1951 ve 60’lı yıllarda artaya çıktı.1980’li yılların başlarında ise Batılı toplumlarda Modernizm/Postmodernizm tartışmaları en önemli konu haline geldi.Postmodernizm artık;İlerleme versus Reaksiyon,Sol versus Sağ,Şimdi versus Geçmiş,Soyutlama versus Temsil...vb kategoriler içinde kavranamayacak bir gerilim yaratarak ilerle hale gelmişti.Postmodernizmi savunanlar için bu gerilim gelişmenin sebebi olarak görülüyordu.Bu yüzden Postmodenizm,birileri için bir umuttu.
Postmodernizmi ele alırken 1950 ve 60’lı yıllardan başlatılmasına rağmen geriye,19.yy’a dönüp Nietzche’den bahsetmek gerekmektedir.Nietzche yaptığı çalışmalar ve Moderniteye getirdiği elştirilerle Postmodernizm için başlangıç noktası olarak görülebilir.Moderniteye ilk sarsıcı eleştiriyi getirmiş ve modernitedeki paradoksları ve yanlış gidişatları açıklamıstır.
Nietzche,Modernitedeki merkezilik ve akıl kavramlarına da en büyük eleştiriyi getiren ilk kişi olması sebebiyle de büyük bir önem taşır.Özne-Merkezli aklı,aklın ötekisiyle karşılaştırmıştır.Yani tecrübelerle karşılaştırmıştır.Aklın iktidara yem olduğunu,iktidar tarafından kullanılıp,yönlendirildiğini ileri sürmüştür.Doğru ve Yanlış,İyi ve Kötü arasındaki tercihlerin İktidara hizmet ettiğini söymeiştir.İktidar iradesi ve Özne merkezli akla yönelttikleri eleştirilerle onların maskelerini düşürmek isteyen Nietzche gibi filozofların bugünkü halefleri Bataile,Lacon,Faucault,Derrida,Heidegger ve Lyotard’dır.(1990’lı yıllar)
Postmodernizm Amerika’da yoğunlaşan tartısmalarının yanında bu konuda en büyük etkiyi ve ilk büyük çalışmaları 4 Fransız gerçekleştirmiştir.Lyotard,Faucault,Derrida ve Baudrillard...Dördünün de birbirleri hakkında eleştirileri olduğu gibi ortak noktaları da bir hayli fazladır.Simmel,Durkheim,Neitzche gibi sosyolag ve filozofların calışmaarını değerlendirmişlerdir.Kant ve Marx gibi büyük fikir adamlarının totalleştirici teorilerini eleştirmişlerdir.Büyük anlatılara meydan okumuslardır.(1970 ve 80’li yıllar).
Sonuç olarak postmodernizm başlangıc asamasını modernizmin yogun olarak tartısıldıgı dönemde ,Neitzche,Heidegger,Simmel,Weber,Durkheim ve Adorno gibi filozflarla sağladıgını görürüz.
Artık postmodernizmin içinde ne gibi anlamlar barındırarak varlığını sürdürdüğünü tartısabiliriz..Postmodernizm,medernizmden tamamen ayrı mı tutulmalı yoksa eklentili mi dşünülmeli tartısılmaktadır.Lyotard’a postmodernizm nedir diye soruldugunda ‘Modernizmin bir parçasıdır şüphesiz’ yanıtını vermiştir.Postmodernizmin fikir babalarından böyle bir degerlendirme almak durumu izah etmek için önemli bi donedir aslında.Yukarda postmodernizm konusunda öncü olarak sundugumuz 4 Fransız bazı calısmalarında kendilerini postmodernizmle ilişkilerndirmekten kaçınmış ve bazı durumlarda büyük eleştiriler de getirmiştir.
Görüldüğü gibi postmodernizm kendi içinde de muğlaklar ve sahipsizlikler vardır.Kesin ve kökten çözümleri hiç olmamıstır.Adete karmaşıklıklar yığınıdır postmodernizm.O halde postmodernizmin modernizme geitrdiği eleştirilerle modernizmi baska bir asamaya getirdiği sonucuna varılabilir mi?Ortaya çıkan tabloda postmodernizmin modernizmin bir envanteri oldugu, modernizm hakkında bir düşünüm gerceklestirmek istediği anlasılmaktadır.
Görüldüğü gibi postmodernizm bilgi,akıl,büyük anlatılar,meta anlatılar..vb konularda başka bir ortam yaratma çabasına girmiştir.Fakat bu çaba,sanıldıgı gibi modernizmin arkeolojik çalışmalarına sebep vermemektedir.Aksine modernizmin kendini yenilemesi ve elestirilen yönlerini değerlendirmesi için yol gösterme görevi üstlenmiştir.




Muhammed Esad Şahin
(06.08.2007)


Kaynak: MEHMET KÜÇÜK

27 Aralık 2009 Pazar

İslam ve Terör

HARİCİLER VE HİZBULLAH
-İSLAM TOPLUMLARINDA TERÖRÜN KÖKLERİ-

İslam öncesi Arap dünyasında gelişmiş olan kabilecilik anlayisi benzer sekilde günümüzde bile devam etmektedir.Kabilecilik anlayisini kisaca özetlersek;ilk önce kisi hakları diye bir kavram kesinlikle yoktur,hersey kabile icindir,kisinin kabilesi diger kabilelerden daha üstün olmalidir,digerlerinden üstün olma cabası sonucu diger kabileler kesinlikle rakiptir…
İslam Öncesi’nde Kureys Kabilesi ön plandaydı,aslında bunu İslamiyet sonrasına da getirebiliriz.Kureys kabilesi disinda bir cok kabile Arap yarım adasında barınmaktaydı.Genellikle cöllerde yasayan bu kabileler ise toplumdan dislanmis-bunu kendi istekleri sagliyor da olabilir- dar kafali,normal seviyede okuma-yazma bilmeyen insanlardi.İslam Dünyasındaki terörün köklerini işte bu cölde yasayan bedevi kabileler ortaya cikarmistir.Onlar kendilerine HARİCİ derlerdi.Hariciler İslam Dünyasına izleri hala görülen zararlar vermislerdir.Hz. Ali’yi kafir ilan edip sehit eden onlardir.Kafir ilan etme sebeperi ise gülünecek türdendir;Hz Ali ve Muaviye arasindaki nifak yüzünden HAKEM OLAYI cereyan etmistir,iste bu olayı Allah’in hükmüyle degilde bir insanin hükmüyle hareket edildigini ileri sürüp ikisini de kafir ilan etmislerdir.Düsüncelerinin sekilenmesi ise su ayete dayanir;’’Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler,iste onlar kafirdir’’(maide suresi 44)İste bu dar kafalı anlayıs günümüze kadar devam etmiş,daha kıs bir süre önce HİZBULLAH olaylariyla aciga cikmistir.kendilerince sebepler uydurup İslamiyeti teröre alet eden cok daha fazla grup vardır.
Yazinin basinda da belirttiğim gibi,bu hareketlerin baslangicinda kabile psikolojisi yatmaktadir.İste bu sebepten Hz. Peygamber VEDA HUTBESİ’nde ‘’hic kimse baskasindan sorumlu degildir,baskasinin günahından kimse sorumlu degildir’’ demistir.Peygamberimiz kendisinin ölümünden yaklasık 50 yil sonra ihtilaflarin cıkacagini söylemis ve birbirinizle vurusmayin diye uyarmistir.Fakat daha 27 yil sonra Hz. Ali ve Muaviye tarftarlari SIFFIN SAVASI’nda karsi karsiya gelmislerdir.Bu savas sonunda Hz: Ali galip gelmistir.Fakat Muaviye zor duruma düstügünü anlayınca müzayede yapilmasini teklif etmis ve hakem olayi gerceklesmistir.Hakem olayı neticesinde,üstün tarafin Hz. Ali ve yandasları olmasina ragmen Muaviye halife ilan edilmistir…
Özet olarak;
İslamiyeti teröre karistiracak kadar cahil olan bu gruplarin izleri hala devam etmekte ve zararlari tamamen bize,İslam Dünyasina,olmaktadir.Kutsal kitabimiz Kuran-i Kerim’de masum bir insani öldürmenin tüm dünya insanini öldürmekle esdeger oldugu israrla vurgulanmasina ve acikca belirtilmesine ragmen,bu gruplar bundan geri kalmamislardir.
Günümüzde de yanlis ayet yorumlamaktan veya ayetin sadece bir cümlesi baz alınarak degerlendirmekten kaynaklanan problemler ortaya cıkmaktadir.İslam Dünyasinda bazi kesimlerde olan bu anlayissizlik,bu cahillik yine İslam Dünyasindaki alimlerin,aydinlarin kisileri aydinlatmasiyla düzelecektir.İslamiyetin akla,ilim ögrenmeye verdiği önem herkese teblig edilmelidir.Tüm Müslümanlar su ayeti unutmamalidir:’’Hic bilenle bilmeyen bir olur mu?’’



Muhammed Esad Şahin
Kaynak:TAHA AKYOL (05.03.2006)

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Amerika'dan Bakmak

Sifre çözücü:’’project democracy’’

Amerikadan Bakmak


Ülkelerin varlıklarını sürdürmek için gelistirdikleri stratejiler vardır.Açıkca belirtilen stratejiler oldugu gibi gizli olarak yürütülen stratejiler de vardır.Bu durum tabiki tüm ülkeler için gecerlidir ve son derece normaldir.Ülkelerin bu gizli stratejilerini öğrenip,ona göre stratejiler belirlemek de ayrı bir stratejidir…
Günümüzde ABD tarafından uygulanmak istenen ‘Yeni Dünya Düzeni’ kavramı, özellikle 3.sınıf ülkeler ve tüm dünya için ilgilenilmesi gereken bir kavram olmustur.
Amerikanın milli cıkarları için insan hakları,demokrasi,din özgürlüğü… bahaneleriyle birçok devlet aniden düşman ilan edilmektedir.Yürüttükleri faaliyetler ve propagandalar,düsman ilan edilen devleti dünyaya karsı yalnız bırakabilir!acıkcası dünyadan izole edilebilmektedir.Afganistan ve Irak örneklerinde oldugu gibi…Ayrıca örneklerin yavaş yavas da coğalacağı düsünülmektedir…
Basta da belirttiğimiz gibi Amerika yeni bir dünya düzeni kurma pesinde…Bunu da acıkca belirtmekteler.İlk önce ‘Büyük Ortadoğu Projesi’’yle baslayan sürec;’’Ortadoğu,Afrika,Orta Asya,Güney asya,Orta ve Güney Amerikadaki düzensiz tehditler kapsamında;asırı ideolojiler,terörizm,gerilla faaliyetleri,örgütlü suclar ve iç savaş…’’diye genişletilerek dünyaya sunulmustur…Doğal olarak Amerika’nın el atmadıgı,ilgilenmediği ülke yoktur.Ya özgürlük kisvesi altında yada yukarıda bahsettiğimzi sebepler cercevesinde faaliyetler yürütmektedirler…Yürütülen faaliyetler kavramını biraz daha acarsak;ülkelerdeki sivil toplum kurulusları en büyük yardımcılarıdır.Milli cıkarlarına uymayan devletlerde yönetimi degiştirmek için ilk önce muhalefete yoğun bir sekilde yaklasılır,sivil toplum örgütlerine istedikleri faaliyetleri yürütmek karsılıgında her türlü maddi destek verilir,konferanslar düzenlenir,halk yönetime karsı kıskırtılır…Tüm bunlar sonucunda bazen devrimler,bazen büyük capta isyanlar ve coğunlukla da hükümet istifaları görülmektedir.Amerikanın sivil toplum örgütlerine verdiği bu destek gizli oldugu kadar acıkca da belirtildigi olmaktadır.Bahsettiğimiz bu durumun örnekleri;Nikaragu,Şili,Venezuella ve son zamanlarda SSCB’nin dagılmasından sonra ortaya cıkan devletlerdir.Bu ülkelerin Amerika için anlamı acıktır;İlk olarak arka bahcelerini garanti altına almak ve daha sonra Ortadoğuda stratejik öneme sahip ülkeler de söz dinler yönetimler yaratmak…Fakat her zaman hersey ABD’nin istediği sekilde gitmemiş,mesela cok net olarak Venezuella’da ve birçok ülkede bozguna ugramıslardır…
Amerika’nın ‘Yeni Dünya Düzeni’ konusunu kısaca özetlemek gerekirse;Tek devlet,tek millet kavramının özünü olusturdugu bu düzen ‘Ulus Devlet’lerin sonunu hazırlamaktadır…Yani,içinde Türkiye’nin de bulundugu birçok devlet için aleyhte bir düzen oldugu acıktır.Ülkemizde ve bazı ülkelerdeki etnik kökenleri koz olarak kullanan ABD,devletlerin bütünlüklerini tehdit eder durumdadır.Rusya’da,Türkiye’de,Irak’da,İran’da bu durum acıkca ortaya cıkar olmustur…Bu durum ‘Yeni Dünya Düzeni’ sisteminin uygulanmak istendiğini ve faaliyette oldugun göstermektedir…
Amerika’nın bu konu cercevesinde Türkiye’de yürüttüğü faaliyetler değinecek olursak;ülkemizde son zamanlarda Sivil Toplum Örgütleri hızla coğalmktadır,coğalması da normaldir fakat legal faaliyetler yürüttüğü sürece,dıs servislere calısmadığı sürece…Malesef bu durum ülkemizdeki STK’lerin hatrı saylır bir oranı için gecerli değildir…Ülkemizdeki bu örgütletler;konferaslarla,seminerlerle,düzenledikleri etkinliklerle tüm yurtta faaliyet göstermete ve ekonomik desteklerini aldıkları dıs odaklara hizmet etmektedir.Bu dış odaklar tabiî ki ABD ile sınırlı değildir…Almanya,Türkiyedeki STK’lara yapılan dıs yardımlarda ikinci sırayı almaktadır.Alman ‘Stiftung’ derneği yürüttüğü gizli ve acık faaliyetlerle dikkat cekmektedir.Türkiyedeki demokrasiyle,insan haklarıyla,din özgürlüğüyle yakından ilgilenen bu örgütler,içerdeki yardımcılarıyla hareket etmektedir,birçok yerli örgütle işbirliği içindedirler.Dıs odaklarla işbiriği yapmıs STK’lar sunlardır;ARI Derneği,TESEV,TOSAV,Türkiye Demokrasi Vakfi(TDV),Liberal Düşünce Topluluğu Derneği(LDT) ve İnsan Hakları Derneği(İHD)’dir…Bu Türk dernekleri farklı farklı alanlarda birçok konferan düzelemişler ve düzenlenen bu konferansların fon desteğini NDI;IRI ve STİFTUNG’dan saglamıslardır.NDI,Amerikadaki demokratların,IRI ise cumhuriyetcilerin örgütüdür…Bu iki örgüt elbette sadece Türkiye’de degil,tüm dünyada faaliyet göstermektedir…
George Soros
Uluslararası para piyasasını elinde tutan bu adam tüm dünyada kendi kurdugu örgütle faaliyet göstermektedir…Soros Örgütü de diğer Amerikan örgütleri gibi ülkemizde faaliyet göstermektedir.Türkiyedeki STK’lara destek vermekte,ortak konferanslar düzenlemektedir…George Soros hakkında birçok iddia vardır.En basta,cesitli ülkelerdeki devrimlerden,darbelerden,ihtilallerden,isyanlardan sorumlu tutulmaktadir…
Sonuç;
Görüldüğü gibi Amerika’nın ‘Yeni Dünya Düzeni’ planını gerceklestirmek için tüm dünyada ve ülkemizde faaliyetler yürütmektedir…Sivil Toplum Örgütleriyle işbirliği gerceklestirerek Sivil Örümcek Ağı(WEB) olusturmak istemektedir…Tüm bunlar gizli denemeyecek kadar aşikardır.İnsan hakları,Demokrasi,Din özgürlüğü gibi birçok bahaneyle tüm dünyayı elinde tutan ABD,kurmak istediği sistem için calısmaktadır…
Her yıl yayınlanan raporlarla,bazı devletler hedef gösterilmekte,tehdit edilmekte,bazen uyarılmakta,tüm bunların yanında bazıları da tebrik edilip,alkıslanmaktadır…
Amerika’nın tüm dünyadaki faaliyetlerini farkında olan,karsısında duran,halkı aydınlatmak isteyen insanlara,daha cok yazarlara sonsuz saygım ve sevgilerimle…Allah muvaffak eylesin…

Muhammed Esad Şahin
(04.04.2006)
Kaynak:MUSTAFA YILDIRIM

22 Mayıs 2008 Perşembe

Küreselleşme Ve milli Devletlerin Akibeti

Küreselleşme Ve Milii Devletlerin Akibeti

Günümüzde de varlıgını sürdürmekte olan Ulus-Devletlerin dogusu 1648 Westphalia antlasmasına dayanmaktadır.O güne kadarki devlet anlayısında önemli bir degisiklige sebep olan bu antlasma bilindigi gibi Avrupada meydana gelen 30 yıl savasları sonunda imzalanmıstır.Süphesiz ortaya cıkardıgı en büyük desiklik halkarın egemen oldugu,halkarın üstünde otoritenin bulunmadıgı bir devlet yapısıydı.
1648 Westphalia ve 1789 Fransız İhtilaliyle olusumunu tamamlayan Ulus-Devletler 20.yy’ın sonları ve 21.yy’ın basından itibaren önemli bir sarsıntı gecirmekte oldugu düsünülmektedir.İste bu yazıda Ulus-Devletlerin özelliklerini ve sarsıldıgı iddia edilen yönlerini degerlendirecegiz.
1648 Westphaliadan alıp Ulus-Devletlerin olusum sürecini uzun bir sekilde degerlendirmek meselenin özünü kavramak acısından önemli olsa da ben günümüz konjönktürü ve bu konjönktürün getirdikleri ve götürdüklerini degerlendireceğim...
1.
Ulus-Devletlerin en son sekli itibariyle iki sekli bulunmaktadir;Üniter ve Federal...Birleşmiş Milletlerin 200den fazla devleti bu sekilde dağılmaktadır.
Şimdi bu devletlerin içinde bulundugu dünyadaki değişim süreclerini,bir anlamda konjönktürdeki değişiklikleri degerlendirelim:
20.yy’dan itibaren dünya sistemindeki ve dünya dengelerindeki değişiklikleri ele almak gerekir.1. ve 2. Dünya Savaşları sonrasında yükselişini tamalayan ve artık yüksekte olan ABD ve bir anlamda es anlamlısı olan Liberalizm’in dünyada ne gibi etkiler bıraktıgı ve bu etkilerin Ulus-Devletler üzerinde dogurdugu değişiklikleri süphesiz takip etmek zorundayız.Ve tabiki Milli Devletlerin çözüldüğünü iddia edenlerin neden olarak gösterdikleri en büyük unsur:Küreselleşme...Ne gibi değişkliklere sebep oldugunu degerlendireceğiz.
Meseleye Ulus-Devletlerin meşruiyet kaynaklarını ele alarak başlıyoruz.Şüphesiz Ulus-Devletlerin en büyük dayanağı demokrasi.Teritorist yapılarının halkta olusturdugu etkiyle de sonsuza kadar devam etmek istemektedirler.Zaten en büyük kırılma da bu noktada gerceklesiyor.Neo-liberaller ve küreselleşme yanlılarının iddia ettiği gibi dünyadaki yeni konjönktür Ulus-Devletlerin teritorist yapısını yıkıyor ve bunun sonucunda hakim olma,yönetme alanı anlamında kullanılan teritorist yapı küreselleşmeye karşı çaresiz kalıyor.Zarar gören teritorist yapı Ulus-Devletlerin mali ve siyasi politikalarındaki hakimiyetine de son veriyor ve büyük ölçüde dısarda tutuyor.Küreselleşmenin ortaya cıkardıgı yapı,Ulus-Devletlerin kontrol mekaniması özelliğini dağıttığı gibi olayları seyretmekten ve olaylar karsısında etkilenmekten baska çaresi olmaz hale sokmustur.Örneğin Çok Uluslu Şirketler artık büyük oranda Ulus-Devletlerin kontrolü dısında hareket eder olmustur.Çok Uluslu Şirketlerin bir ülke için kalkınma ve istihdam acısından büyük önem arz ettiği acıkken bu Yöneticileri veya hissedarları himayeniz altına almanız artık cok zordur.Aldıgı kararlarla bir ülkeyi yıkıma götürebilecek güce de sahiptir artık Çok Uluslu Şirketler...Bu durum Ulus-Devletlerin zaten daralmıs haldeki Mali Politikalardaki payını iyice azaltmaktadir.Aynı şekilde vergi politikaları da artık bir takım etkenler dahilinde uygulanır olmustur.
Sosyal Devlet Yapısındaki Bozulma
2.
Ulus-Devletlerin dünya düzenine yerleşiminin hemen ardından dünyada olusan ekonomik yapı,Devletlerin hegoman güç oludugu ve karar serbestliğinin bulundugu bir yapıydı.Karma ekonomi sistemiyle daha da güçlenen bu yapı devletlere milli hasılanın tümünü elde tutma ve istediği gibi degelendirme imkanı tanımaktaydı.Devletler bu haliyle ödemeler ve desteklemelerde tam bir serbestlik halindeydi.Aynı zamanda alt yapı,istihdam ve içtimai meselelerde ise neredeyse tek etkin güç olmaktaydı.Böylece devlet ekonomik hedefler dogrultusunda dilediği gibi doğrudan üretim ve dağıtıma müdehale edebiliyordu.Devletler bu haliyle ekonomik ve sosyal politikaları birleştirip içtimai yapıyı kuvvetlendirerek bir denge olusturmaktaydı.
Bazı devletler arasında uygulamalarda farklılıklar olsa da bu durum artık tüm dünyada kabul edilmiş bir düzendi.Fakat ilk olarak OECD ülkelerinde baslayan aksaklıklar ve değişikliklerle bu düzen sarsılmaya ve artık bir uzlaşı olamktan çıkıyor görüntüsü vermekteydi.
Soğuk Savaşın sona ermesiyle tek süper güç olan ABD ve onun yönetenleri neo-liberallerin istediği düzen buydu kuskusuz.Bu yeni düzen tüm insanlığa ve devletler Küresel pazarlarlardan olusan bir dünya sunmus ve Ulus-Devletlerin mümkün oldugunca bu yapıda etkilenen olmasını saglamıstır.Olusan bu pazarlar Devletlerarası Mali Politikalarla düzenlenmeli denmiştir.Liberaller Devletlerin dünyada olusan bu iktisadi yapıya müdehalesini azaltarak ve hatta tamamen kaldırarak halkların üstlerindeki bir anlamda korse olan baskıyı atacaklarına inanmaktaydılar.Bu yeni gidişat sayesinde sosyal politikaları zayıflamıs bir devletin halkına ne kadar sadakat duygusu asılayabileceği ve bir birlik olusmasını sağlayabileceği tartışılır olmustur.
Milli devletlerin çözülmesi aşamalarının en önemli ayağı olan sosyal devletin çözülümü halklar üzerinde yaratılmak istenen psikolojiyi de göstermeye yardımcı olmaktadır.
İstenen Ne,Devletler Üstü Yapılar Mı?
3.
Oluşan bu yeni yapının nelere sebep olacağı kimse için netlik kazanmamıstır.Kavram olarak ve işleyiş olarak toparlanamayacağı darbeler alan Ulus-Devletlerin yerini daha küçük yapılar mı yoksa Devletler üstü yapılar mı alacak belli değildir.Bu iki seçeneğin yoksa diye ayrılmalarına ragmen birbirlerinin sebepleri olacağı kuvvetle muhtemeldir.Etkinliği azaltılmış bu devletler bölgesel veya küresel bir güç olmak istiyorlarsa şüphesiz iktisadi veya siyasi birliklere girmek zorundadırlar.En olmadı tüm dünyada Ulus-Devlet yapısının zarar görmesine ragmen her nasılsa zarar görmeyen devletlere yaranmak zorundadırlar.
Bugün tartısılmayacak sekilde dünyanın benimsediği liberalizm,Soğuk Savaş döneminin bitiminden bu yana dünyayı istediği gibi yönetmektedir.Milli Devlet yapısındaki sarsılmalar,artık çok belli olan millet şuurundaki bozulmalar büyük bir kesim tarafından alkıslanıp ödüllendirilmek istense de hiç de küçük olmayan bir grup tarafından da hoş karşılanmamaktadır.Liberallerin dar ve basit bir düşünce olarak nitelediği Milliyetciliği benimseyen bu kitlelerin dünyanın bugünkü düzeninde geride kaldıgını farketmesi gerekmektedir.Olusan bu yeni yapının ise zamanla kendisini tamamen bitireceğini de bilmelidir.
Milli Devletler yıkılmamalıdır elbette fakat bugünkü yapısı gibi sahte bir anlayısla değil.Gücünü aldığı demokrasinin en orijinal halini uygulayarak ve halkına milletin bir parcası oldugu kadar özgür bir insan oldugunu hatırlatarak,hissettirerek...



Muhammed Esad Şahin
(11.07.2007)

Kaynak:Jurgen Habermas